11 Şubat 2014 Salı

Eskiler...

Tekrar günlük yazmak istiyorum...
Evet, bunu cidden istiyorum. Ama öyle gün içinde onu yaptım, bunu yaptım tarzı şeyler olmasını istemiyorum. Ne düşündüm, ne hissettim, ne karar verdim, ne incitti, ne mutlu etti... Bunların toplanacağı bir günlük yazmak istiyorum. Mesela eski bir arkadaşımı gördüğümde neler hissettim ya da dostumun hangi sözü beni kırdı gibi... O onu dedi, ben bunu söyledim tarzı günlük bana çok uzak, ben daha 10 dakika önce ne dediğimi unutuyorum, ki bu unutkanlık benim en büyük sorunum aslında, kim ne demiş imkanı yok yani hatırlayamam. Hatta bazen öyle şeyler oluyor ki bende, cümleye başlıyorum, yazıyorum, hoop cümlenin sonunda başta ne yazdığımı unutuyorum bu yüzden başı ayrı sonu ayrı bir cümle çıkıyor karşıma...

Eskiler...

Evet, bu aralar hep eskilere döndüm. Günlükte bu işin bir parçası.
Ben eskiden günlük tutardım, büyük çoğunlukla günü gününe yazardım ama tabi 15-16 yaşındaki insanın yazacağı şeyler genelde aşktan ibaret olduğu için ne kadar kayda alınması gerekli bilmiyorum. Ama o günlerimi okuyunca 'Vay be' demiyorum da değil yani. Ne eğlenmişiz, ne çoşmuşuz, konserler olsun, geziler olsun nerelere gitmişiz, nereleri görmüşüz... Çok güzel günler geçirmişim cidden, herkese nasip olmaz böyle günler...
Mesela kavgasızmış, mesela gürültüsüzmüş, basit alınganlıklar dışında, o yaşlarda pek çıkar ilişkisi olmadığı için her şey gönlüne göreymiş...
Safmış, temizmiş...
Sonradan kirlenmiş...
Kirlenmiş derken de yanlış anlaşılma olmasın, demeye çalıştığım şey, 'işim varsa, seninle iyiyim'e dönmüş olay...

Diğer bir eskimde, okuduğum kitaplar...
Yaklaşık 1-2 hafta önce, kütüphanemde bazı kitaplar takıldı gözüme. İçlerinden bazı cümleler hatırladım, olaylar hatırladım... Tekrardan onları okuma isteği geldi içime... Az da değil aslında tam 10 kitaplık bir seri... Aslında o yaşlarda herkesin ucundan kıyısından en azından kitaplardan biri de olsa okuduğunu tahmin ettiğim bir seri... 'Bir Genç Kızın Hatıra Defteri'.
O büyümüş, ben büyümüşüm...
Tabi bazı yerlerde o benden hızlı büyümüş, bazı yerlerde ben ondan hızlı büyümüşüm...
Ama bazı şeyleri o kitaptan öğrenmedim dersem de yalan olur...
Okurken üzüldüğüm bir kitaptır ayrıca... Aynı zamanda heyecanlandığım, mutlu olduğum...
Yeri geldi Serra'yla birlikte çektim o aşk acılarını, yeri geldi onunla birlikte güldüm. Dedesine onunla üzüldüm, bazı olaylara belki de ondan daha çok şaşırdım...
Onun o aşkı anlatırkenki kıvılcımlarını özlemişim. Sanki o değil, ben kendi içimde yaşamışım onları. İlk buluşma, ilk dokunuş, ilk öpüşme... Ne bileyim, açıkçası çok şanslı bir kız diye düşündüm. Öyle aşkı herkes bulamaz bu yüzden o yazdı, ben okudum, o mutlu oldu, ben mutlu oldum...
Üzülmedim de değil, hala bazı yerlerde bazı haksızlıkların olduğunu düşünüyorum.

Ne harcıyorsunuz olm güzelim Oktay'ı? Hı? ='(

Kitabı bazı yerlerde kendi hayatıma benzetmedim de değil doğrusu. Bu kitabı önceden okurken bunları yaşayacağım aklıma gelmezdi diye düşündüm. Hele ki 5. kitapta bu düşüncem inanılmaz pekişti. Yaşananlar, olaylar benim hayatıma o kadar yakından geçti ki bazı konularda, şimdiki aklım olsa, oraları daha sindirerek okurdum, tepkileri duyguları ölçerdim. En azından bazı konularda o kadar üzülmezdim ya da belki de daha dikkatli olurdum...
Ya da Serra'nın yaptığını yapmaz, surata çarpardım her şeyi...
Artık iş işten geçti, önümüzdeki kitaplara bakmak lazım =))

Bir başka eskiye gelince...
Çizgifilm! =))
Kim bayılmaz ki ama, haksız mıyım?
Ama şimdikiler gibi uyduruk kaydırık filan değil yani bahsettiğim şey. Japon animesinden bahsediyorum.
Mesela Şeker Kız Candy.
Japonları geçersek, Jetgiller vardı mesela bizim zamanımızda, efendime söyleyeyim, Scooby Doo, Taş Devri, Şirinler sonra aklıma gelmeyen bir sürüsü daha...
Ve...
Ay Savaşçısı...
Geçen hafta alt yazılı olarak tüm bölümlerini buldum hatta filmlerini de buldum ve oturdum en baştan izlemeye başladım...
Mesela bu kafayla oturup izleyince bazı şeyler daha çok dikkatini çekiyor, detayları yakalayabiliyorsun...
Bir de Mamaru ve Usagi'nin sonsuz aşkı...
Aslında öyle göze soka soka bir aşk yaşama durumu yok ama ne bileyim...
Bana göre o kadar güzel işlenmiş bir aşk hikayesi ki onlarınki...
Sade, yalın...
Tutkulu... Vazgeçilmez...
Birbirleri için her şeyi yapabilecek olmak...
Hele Usagi'nin Mamaru'nun kapısını kırarcasına çalarak haykırması da hafızamda ayrı bir yer kazandı şu anda...
Ne bileyim, bunlarla mutluyum işte...

Ve yazmak istediğim, hatta bu yazıyı yazmama neden olan son eskiye gelirsek...
Eski arkadaşlar...
Cidden çok uzun süredir, bir şekilde aklıma gelen bir arkadaşımı gördüm bu sabah işe giderken. Metrodayken düşünüyordum, akbilimde para az karşıya geçmeden mi doldursam, dönerken mi diye düşünürken, saatin daha erken olduğunu düşünerek, şimdi doldurayım dedim ve deniz otobüsü iskelesine yöneldim (Çünkü bir tek orada kredi kartı ile dolum yapılıyor). Neyse çıktım işte oradan, vapura mı binsem motora mı derken, bineceğim saatteki motorun Haydarpaşa'ya uğramayacağını anons etti görevli. E 8 vapurunada yetişemeyecek durumdaydım. Bir sonraki vapurla mı gitsem, 8:05 motoruna binip tramvay yolunu mu tepsem diye düşünürken "Gizem! Gizeem! Giiiizzeeeeeeem!" diye bir çığlık duydum bir anda. Kafamı kaldırmamla lisedeki en yakın arkadaşlarımdan birini gördüm. Hatta en yakın arkadaşımı gördüm de diyebiliriz. İlk 2 seneyi birlikte okuyup, son 2 seneyi ayrı sınıflarda geçirmiştik. E tabi haliyle öyle olduğu için bir süre sonra ayrı düştük. Bir de onun takıldığı insanlara kanım ısınmadı gibi bir şey oldu nedense. Ama onunla hiçbir zaman küsmedik, kavga etmedik, hep çok iyi bir arkadaşlığımız vardı. Koştum boynuna sarıldım, cidden o kadar özlemişim ki onu. Çünkü daha iki üç gün önce aklımdan geçti yani. Boynundan ayrılınca bir şey fark ettim. Elleri inanılmaz titriyordu. "Ben çok kötü zamanlar geçirdim. Keşke hep arkadaşım olarak kalsaydın, yanıma gelebilecek tek insanın sen olduğunu anladım çünkü o sıralarda" dedi. Gözlerim doldu resmen. Onun bir hastalığı vardı zamanında, ilaç kullanımını bırakınca tekrar ortaya çıkmış, 2 aya yakın hastanede kalmış... O kadar üzüldüm ki cidden. Kahve bardağını tutan eli bile titriyordu... 'Keşke ilk aklıma geldiği gün hal hatır sorsaydım' diye geçirdim içimden... "Seni gördüm ya, heyecandan" diye açıklama yaptı ama ne olursa olsun, ne bileyim... "Seni görmem bir tesadüf değil, resmen Allah yolladı seni bana" dedi. Eski günlerdeki uzaklaşmamızın acısını çıkartmak ister gibiydi. Eski günlerden konuştuk, yaptıklarımızdan konuştuk, ergenliğimizden konuştuk... Biz en zor zamanlarda, eğlenerek destek oldumuştuk birbirimize... Keşke hiç kopmasaydık, hastanede ziyaret edebilseydim onu, yalnız kalmadığını hissettirseydim dedim. İçim acıdı. Kendimi bir an onun yerine koydum ve içim acıdı. Dediğim gibi, ne kavga yüzünden koptuk birbirimizde, ne tartışma... Sadece başkaları girdi aramıza, belki onlarla benden daha fazla gezdi, eğlendi ama cidden gözlerindeki o pişmanlığı ve beni tekrar gördüğündeki sevinci gördüm...
'Tekrar görüşelim' lafıyla ayrıldık birbirimizden, evet çok klasiktir ve genel olarak görüşülmez ama inanıyorum ben, görüşeceğiz, onu yalnız bırakmak istemiyorum...
Çünkü yüzünden belli, cidden zor şeyler atlatmış...


Veee, benim eskilerim bu kadar.
Fark ettiyseniz, eski erkek arkadaş muhabbetlerine filan girmedim.
Hayatımdaki her eski şey bir şekilde yeniden gün yüzüne çıkar da eski erkek arkadaş çıkmaz.
Çünkü ben mutlaka 'eski' sıfatını kazanmasınlar diye zibilyon tane şans vermişimdir onlara.
Bir nedeni var ki 'eski' diyorum...
Onlar sadece arkadaşım olabilir, belli saygı çerçevesini aşmadan.
Çünkü ben şu an hem mutluyum, hem güzel bir ilişkim var, onu seviyorum, o da beni seviyor...
O benim belki geçmişim değil ama şimdim ve geleceğim...
Hoş aslında geçmişimde sayılır, 3 senedir birlikteyiz yani =))
O benim en değerlim, en kıymetlim...
O yüzden onların hepsi beton altına gömülü şekilde duruyorlar.
Geri kalan tüm eskilerim ise, kimisi kütüphanemden, kimisi masamdan, kimisi de bilgisayardan olmak üzere göz kırpıyorlar bana =))

Arada eski kitaplara, şarkılara, çizgifilmlere, filmlere, dizilere, arkadaşlıklara, dostluklara kısacası aklınıza gelebilecek her şeye göz atmak sizi mutlu edecektir.
Çünkü farkında olmadan onlara yüklediğiniz anlamları, verdiğiniz değerleri göreceksiniz... =))
Ve haklı olduğumu fark edeceksiniz =))

Benden bugünlük bu kadar, sanırım biraz fazla konuştum, aslında konuşmaya devam da ederim ama yorgunum, yatmak istiyorum =))
İş hayatı zor azizim =))

Mutlu kalın, esen kalın =))
En kısa zamanda tekrar görüşmek üzere =))

4 Kasım 2013 Pazartesi

İlham..

Neden ilhamı yok olur bir insanın?
Neden bir şeyler yazmak istemez artık?
Ya da neden bir şeyler yazmayı bırakır?

Zamanının olmaması mı?
Hayır, hiç sanmıyorum..
Can sıkıntısı mı?
Yoo, o da değil..
Hayaller?

İşte orada durmak lazım bence.
Geçmişte yazdıklarıma bakıyorum da, kendim hakkında fark ettiğim şey şu oldu:
Ben mutsuzken yazı yazabiliyorum.

Bunu daha önce yazmış olmam lazım. Mutsuzluk ve yalnızlık benim ilham kaynağım. Ve kendimce de şöyle bir iki nedenim var.. Bunlardan birincisi, insan mutsuzken, kendine oyalanacak, kafasını dağıtacak ve ilgi görmek isteyecek bir şeyler üretmeye, yapmaya çalışıyor. Bu kimi zaman bir hikaye, kimi zaman bir fotoğraf, kimi zaman bir şiir, grafik vs.. Çünkü sen bunları yapınca, karşındaki insan da bunu beğenirse anlık bile olsa mutlu oluyorsun, seviniyorsun.. İşe yarıyorum ben diyorsun..Hoş, mutsuzluğun geçmiyor ama.. Bitiyor işte ya, yalnızlığın bitiyor..
Diğer bir nedenim ise, hayaller.. Ben yalnızken hayal kurabildiğimi keşfettim. Ya da platonik aşıkken. Bu şekilde hayal kurmaya başladığımda kullandığım fikirlerle "Aaa niye ben böyle bir hikaye yazmıyorum ki?" düşüncesi oluşuyor kafada, böyle yanan ampüllerle soru baloncuğu içinde filan hemde. Çünkü hayatımda biri olduğunda, bir kızla bir erkeğin nasıl bir araya geleceğini düşünmek, ne bileyim.. Olmuyor işte düşünemiyorum.. Yanlışmış gibi geliyor bana.. Çünkü kafamda karakter yaratamıyorum.. Yaratsam bile birleştiremiyorum.. Hep eksik, hep gedik..
Tabi bir de kitap olsun, film olsun, bir şarkı ya da bir dizi olsun, bir ilham tetikleyicisi lazım.. Okuduğun, gördüğün ya da izlediğin bir şeyin, kafanda "Eureka!" şimşeğini çaktırması lazım. Bir anda kafandaki tüm kilit noktaların birbirine oturması lazım..

İşte şu an "Eureka!" rütbesinde olmasa bile "Buldum sanırım yaaa" dolaylarında bir ilham mevcut bende. Kim bilir belki yeni, küçük, kısa hikayeler yazarım.. Belki bir zamanlar başladığım ama bitirmediğim korkumsu hikayemi bitiririm..

Ama hazır yapacak hiçbir şeyim yokken, yazılara gömülmek en iyisi =))

25 Eylül 2013 Çarşamba

Çok Garip

Bugün bloğumla tekrar buluşunca, aradan çok fazla zaman geçmemesine rağmen, bir şeyler yazmayı özlediğimi fark ettim. Sanırım tezle uğraşmak beni çok yordu ve beynimi boşaltmam gerektiğini hissediyor gibiyim.

Yazmayı cidden özlemişim ama gördüğümü ya da çevirdiğimi değil.. Aklımda olanı, aklımdan geçeni yazmayı özlemişim. Özgürce olanı yani. Bilmiyorum iki gün sonra tekrar bloğumu boşverip başka işlere dalar mıyım ama şu an cidden yazdıkça yazasım geliyor, öyle hissediyorum resmen.

Güzel bir hismiş bu, tekrardan hissetmek iyi oldu...

Yine Ben, Yine Ben!!! =))

böyle arada sırada uğrayıp, kaçmak benim yeni adetim oldu sanırım. Aslında ne bileyim, üşeniyorum sadece. Ya da sürekli yeni bir şeyler yazmaya çalışmak yorucu geliyor bu aralar bana.
Halbuki eskiden ne güzel sürekli bir şeyler yazardım, günlük olsun, hikaye olsun... Artık istemiyorum değil de, o beynimdeki "Eureka!" ışığı çakmıyor artık. Halbuki bir yazmaya başlasam sonra neler neler yazacağım da yok işte.. İlham perim uğramıyor bu aralar. Hatta uzun zamandan beri pek yanımda değil..
Aslında şu an şunu fark ettim. Biraz eski yazdıklarımı okudum da, "Vay anasını" dedim, "Ben ne cümleler kurmuşum, neler yazmışım öyle?!?!". Şu an imkanı yok yani öyle cümleler kurmamın ya da bana öyle geliyor bilemiyorum.
Bir başka fark ettiğim şey de şu oldu -hayır, tabi ki bloğumu çok boşladığım değil, kesinlikle- ben mutsuzken yazabiliyorum. Mutsuzluk beni yazar yapıyor demek doğru olur. Aklımda hep yaşamak istediklerim oluyor. Bir şekilde onları süsleyip püsleyip hikaye çıkartıyorum onlardan. Bir de bu aralar hiç ilham verici bir roman yok. Hep aynı çizgide gidiyor romanlar. İlgi çekici bir şey yok, ilginç bir şey yok.. Ne bileyim, ya da artık ben ilhamımı bulamıyorum..

Yıllar önce yarım bıraktığım bir hikayem vardı. Aslında güzel bir hikaye gibiydi. Sanırım onu bitirmek hoş olabilir. Belki biraz zorlarsam kaçıp giden ilhamımı geri getirebilir.

Bir şeyler yazmak için mutsuz olmak istemiyorum. Mutsuzluğu, acı çekmeyi sevmiyorum. Ben şu an ki "Gizem"den mutluyum.
Kendimi aynada ağlamaktan şişmiş gözlerle görmek istemiyorum..

Neyse bir bloğum olduğunu hatırladım ve arayı çok açmadan tekrar geri dönmeyi umuyorum..

Sizleri seviyorum. =))
Tabi artık ne kadar takipçim kaldıysa. =))

13 Mayıs 2012 Pazar

Bu da böyle oldu

Bunalmak, daralmak, sıkılmak, bıkmak... Arada bir yerdeyim ya da hepsinin içersindeyim. Garip duygular taşıyorum ya da hayır garip değil bunlar.. Sadece o kadar biriktirdim ki artık her şeyi içimde patlama noktasına gelmiş durumdayım. Çünkü sıkıldım ve bıktım.
Neden diye soruyorum bazen kendi kendime..
Ama cevap alamıyorum çünkü karşımda 1 senede değişmiş olan Gizem var.
Taşıdıkları omuzlarına ağır gelmeye başlamış, her şey üstüne yük gibi binmiş ve başkalarını kırmamak adına her şeyi içine attığı için kendisi paramparça olmuş bir Gizem var artık..
Bilmiyorum kaç kere gözyaşlarımı sakladım çevremden..
Bilmiyorum kaç kere sustum, söyleyecek onlarca şeyim varken..
Bilmiyorum kaç kere yuttum söyleyeceklerim ağzımdan çıkmak üzereyken..


Çok bir şey istemiyorum ben, küçük şeylerle mutlu olan biriyim, ince düşüncelerle mutlu olan biriyim. Gidip birinin bana milyarlarca lira değerinde pırlanta almasına, onu geçtim herhangi bir şey almasına bile gerek yok.. Bana söyleyeceği tek bir şey bile beni mutlu etmeye yetecekken, bunu biliyorken hiçbir şey söylenmemesi koyuyor artık bana.. Düşüncesizce, duygularımın yıpranacağı biline biline hareket edilmesi koyuyor artık bana..
Ya gelip bana da desinler abicim biz düşüncesisiz, sende artık boşver düşünme böyle kalaslık iyi sende mutlu ol bizde, ona göre hareket ederim.


Ya neyse yazmak istediğim daha çok şey var ama artık ağlamaya başladım, o yüzden başka zamana diyerek burada kesiyorum.


Görüşmek üzere.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Unutmuşum o.O

Kendi kendime yok artık diyecek duruma geldim resmen.
Birileri bana hatırlatmasa bir blog sayfamın olduğunu unutacak durumdayım. Nasıl yani dediğinizi duyar gibiyim ama öyle. Sürekli birilerinin bana hatırlatması gerekiyor ki "Aaa, benim bir blogum vardı" diyerek ben onu yazayım.
Ve yine aynısı oldu. Bir blogumun olduğunu birileri hatırlattı.
Üstelik ben blogumun adını neredeyse unutmuşken, başkalarının hatırlaması da ayrı bir güzellik..
Neyse =))

Biraz önce daha önce yazdıklarıma kısaca bir göz attım da, ben neler yazmışım öyle zamanında yaaa. Resmen okuduğumda ben böyle şeyler yazabilmiş miyim demişim, o kadar söyleyeyim. O kelimeler, o cümleler nedir abisi öyle? Neyse belki ileride yine aynı başarıya ulaşırım belli de olmaz.

Neyse, ilk yazıdan daha gözünüzü korkutmayayım. =))
Ama tekrar geleceğim, hiç merak etme.
:*

20 Şubat 2011 Pazar

Aşk Tesadüfleri Sever...



Film hakkında spoiler içermemektedir, rahatlıkla okuyabilirsiniz. =)

Aşk tesadüfleri sever diye bir film var sinemalarda. 4 Şubat' ta vizyona girmiş olması lazım yanlış hatırlamıyorsam. Kendisini sonunda bugün izleme fırsatına kavuştum. Film hakkında konuşarak hala izlemeyenler varsa onların heveslerini kaçırmak istemiyorum doğrusu. İzlemeyenler, izlemek isteyenler varsa kaçırmasınlar derim. Hani muhteşem bir film değil ancak olmuş yani.

Neyse, benim bu yazıyı yazmamın asıl amacına gelelim...
Aşk tesadüfleri sever dedik...

Evet, ben aşkın tesadüfleri sevdiğini çok önceden biliyordum zaten. =) Bunun bir film haline gelmeden önce de biliyordum, film haline geldikten sonra da biliyorum. Üstelik benimki tamamen yaşanmış bir hikaye. Yani filmdeki gibi bir sürü tesadüf kastırılmamış doğrusunu isterseniz.

Dönem 2006-2007. Zavallı ÖSS öğrencileri... İşleri güçleri test çözmek haline gelmiş, stresli bir o kadar da uzaylı görünümde öğrenci sürüsü. Aralarında iki öğrenci... Hiç aynı sınıfa düşmemiş. Hiç aynı sınıfta sınava girmemiş. Tek bağları, kızın sınıfında bulunan ortak arkadaş. Çocuk, ortak arkadaşla konuşmak için sınıfa gelip gittiğinden bir süre sonra göz aşinalığı başlıyor. Kız sonradan öğrendiğine göre, sabahları selamlaşmaya başlamışlar. Ama dedik ya, kız bunu pek hatırlamıyor...
Sene 2007, Facebook yeni yeni popüler olmuş. Kız önce diretiyor üye olmayacağım diye ama sonunda o da Facebook'lu. Ve bir gün çocuktan ekleme talebi. "Aa, dershaneden hatırlıyorum" demesi ve ekleme talebinin kabul edilmesi.
Sene 2010... Kız için okuldan eve dönüş. Öğlen 13 suları. Kadıköy-Bostancı seferini yapan 10B otobüsü. Kız her zamanki yerinde en arkada oturuyor. Otobüse binen bir çocuk. Kız onu dershaneden hatırlıyor tabi ama aklı o kadar dolu ki, gördüğünü fark etmiyor bile. Sonrasında, tek konuşma olanakları olan yer, kısacası Facebook üzerinden bir mesaj. "Bugün seni gördüm 10B' de selam verecektim ama pek bir sert bakıyordun" Geçen birkaç isteksiz konuşma cümlesi sonucu, konuşma sonlanır tabi.
Aradan aylar geçer. Kızın hayatında milyonlarca şey olmuştur, aynı şekilde çocuğun hayatı içinde geçerlidir bu. Arada değiştirilen ya da koyulan fotoğraflar, güncellenen durumlar beğenilir ama o kadar. 28 Ekim günü, kız çok hastalanır. Güneşli günlerin devam ettiği zamanlarda kız eve kapanmak zorunda kalır. Bir süre sonra dinlediği müzikler bile batmaya başlar. Cumartesi gecesi, gece saat 1i gösterirken, çocuğun paylaştığı radyo linki dikkatini çeker ve dinlemeye başlar. Normal tarzıyla uzaktan, yakından ilgisi yoktur, çocuk bildiğiniz dans parçaları çalıyordur! Kendi müziklerinden sıkılan kız için değişik bir tecrübe oluyordur ve aslında hoşuna da gitmiştir. Soluğu çocuğun duvarında alır ve içinden geçeni yazar. Başka biri için açılmış olan chat log' da birden çocuk karşısına çıkar; çok şaşırmıştır çünkü kızın aslında bu tip müziklerle uzaktan yakından ilgisinin olmadığını biliyordur. Birkaç hafta bu şekilde devam eder. Sonunda çocuk bir adım atar ve chat log yerini msne bırakır. Kasım ayı ortalanmıştır bile ama kızın hayatında çok büyük iki sorun vardır. Biri ilkokul arkadaşı, diğeri de başka bir insan. Zaman geçer, Kasım sonlarına doğru, kız çok cici bir mesajla çocuğun doğum gününü kutlar. Aynı şekilde çocuk da cevap verir. Zaman geçmeye devam eder, 28 Kasım günü, telefon numaraları karşılıklı olarak verilir ve 29 Kasım günü, evde oturma şenlikleri başlar. İlk mesaj çocuk tarafından atılmıştır. Kızın attığı cevabı da sonradan öğrenileceği üzere telefonunda hala saklamaktadır. Kızın hayatındaki sorunlardan biri çıkmıştır, geriye tek bir tanesi kalmıştır. Günlük mesajlaşmalar aynen devam eder, bir süre sonra kullanılan kelimeler değişir.. İkisi de yavaş yavaş birbirine ısınmaya başlamıştır. Bir sene boyunca sadece "Günaydın"dan ibaret olan muhabbet, o kadar zaman sonra 1 ay içinde boyut değiştirmiştir.
Ve 31 Aralık günü gelir. Kız, bütün hayatını etkileyecek ve değiştirecek bir karar verir ve bir sorun daha ortadan kalkar. Saatler sonra 2010 sona erer ve 2011 kapıdan girer. Atılan mesajlar ve gelen cevaplar sevinçle karşılanır ama asıl kız için önemli olan mesaj 00:06' da gelmiştir...

Seneler sonra karşılaşılan bir otobüs...
Seneler sonra hasta olunduğu için dinlenen bir radyo programı...
Seneler sonra başlayan muhabbet....

İşte bütün bunların hepsi de benim tesadüflerim...

Aşk tesadüfleri sever...
Ama yaşanmış olanları...

17 Şubat 2011 Perşembe

Benim Zamanım!

Artık sen susacaksın, ben konuşacağım.
1,5 yıldır sürdürdüğüm suskunluğum sanma ki söyleyecek bir şeyim olmadığından, söyleyecek o kadar çok şeyim var ki aslında, artık sen bile şaşıracaksın bu duruma...
Seninle ilgili son kez yazıyorum belki de, bu yazıyla birlikte içimde sakladığım, tuttuğum, söyleyemediğim şeyleri söyleyeceğim. Zehrimi son bir kez daha akıtacağım ve defterini tabutunun içine bırakacağım, sonsuza kadar...

Şimdiye kadar her "Nasılsın?" diye soruşunda, "İyiyim" diyordum ya, yalan işte! Senin yüzünden hayatımın en boktan senesini yaşadım, hiç mutlu olmadım, hiç iyi olmadım! Reflü ve gastritim azdı senin yüzünden, mide kanaması geçirme eşiğine geldim! Ben sana yalan söyledim çünkü aslında sen hiçbir zaman benim gerçekte nasıl olduğumla ilgilenmedin! Ve bende sana karşı güçsüz görünmek istemedim, güçlü göründüğüm maskelerimden birini taktım ve asla önünde tökezlemedim. Ama bunları yaparken o kadar yoruldum ki, kendimi tüketmeye başladım! Senin yüzünden yeni bir 'Gizem' kimliğine büründüm ben!

Şimdiye kadar geçen süre zarfında beni kaç kere özlediğini, beni kaç kere sevdiğini söyledin bir say bakalım? Ve hepsinin yalan olduğunu bile bile ben sana kaç kere kandım acaba? Kaç kere? Sayılamayacak kadar çok. Utanıyorum resmen her defasında sana inanmış olmamdan, utanıyorum resmen bu kadar kolay kanmış olmamdan. Bana her kollarını açışında, ben sana kalbimi açtım ve ne mi oldu sonunda? Sen daha iyi bilirsin üç gün sonra başkalarının koynunda uyandığını. Sen daha iyi bilirsin, korkudan ayaklarının nasıl kıçına vura vura kaçtığını... Benimle ilgili her şeyi bir anda hayatından silişini... Ama biliyordun hep. Orada seni birinin beklediğini biliyordun ve her batağa saplandığında seni benim kurtaracağımdan emindin! Ve evet, ben hep öyle yaptım. Seni bataklıktan çıkartırken o bataklığın içine ben saplandım! Ne için? Ne içindi bütün bunların hepsi söylesene? Beni tekrardan o çamurun içine atmak için miydi? Sen orada gününü gün ederken, benim çırpınışımı izleyip eğlenmek için miydi her şey? Gülmen için miydi? Nasıldı peki? Yeteri kadar eğlenceli miydi? Yeteri kadar eğlendin mi? Her yüzeye çıkışımda bir kez daha senin tarafından batırılmamla dalga geçtin mi?

Şimdiye kadar sen konuştun, ben sustum. Bana binlerce, belki de milyonlarca yalan anlattın, kimi zaman anlattığın şeylere sende inandın ama ben sustum. Gerçekleri bildiğim halde, onları gördüğüm halde tek bir şey bile söyleyemedim, sustum. Susmak bazen yapılabilecek en güzel şeydir dedim ve yine sustum. Her hareketinde, her sözünde, vurduğun her tekmede ben biraz daha batarken, sustum. Konuşsam bana ait olmayan şeyler söyleyecektim. Konuşsam yine beni susturacaktın, "Ben aslında seni düşünüyordum" diyerek. Bunun bile bir yalan olduğunu bilerek sustum...
Sen hareketlerinin bana olan yansımasını hiç düşünmeden hareket ettin. Her 'beni düşünüşünde' ben biraz daha kendimden uzaklaştım. Sen korktun, son hız kaçtın, ben biraz daha dibe battım... Tam biri yardım elini uzattığı an, sen yine karşımdaydın... Yine biraz daha dibe ittin beni... Benim şu an kendime ve karşımdakine güven sorunum varsa, hepsi senin yüzünden...
Ama ne oldu en sonunda biliyor musun? O kadar dibe ittin ya beni hani, ben sonunda zemini buldum... Ve beni oradan çıkartan kişi bir o kadar senin aksin oldu...
O kadar senelik arkadaşlığımız, o kadar senelik dostluğumuz, hadi seni sevmemi geçtim, her şey boşunaymış be! 17 senelik arkadaşlığımızı sen harcadın bitirdin. İnsan "Dostuz" der her şeyden önce de yaptıklarına sınır koyar değil mi? En zor anımda, sana ihtiyacımın olduğu anda sen yoktun... Ve yanımda kimler vardı biliyor musun? 3 belki de 4 senelik arkadaşlarım vardı. Forumda tanıştığım arkadaşlarım vardı hep yanımda! İşte o zaman anladım, kaç sene arkadaş olunursa olunsun, arkadaşlık vasfına erişmen için seneye ihtiyacı yokmuş insanların. Karaktere ihtiyacı varmış, karaktere! Senin sahip olmadığın o şeye!
Ve senin sayende anladım, kimlerde o karakterin olduğunu... Herkes beni bir parça daha yüzeye çekerken, en büyük yardım elini uzatan insan, sadece sabahları "Günaydın" dediğim insan oldu. Ve tam o anda tekrardan girdin hayatıma... Bir parça daha dibe itmeye çalıştın beni ama ben çoktan yeryüzüne çıkmıştım, üstelik kimseyi bataklığa çekmemiştim, beni oradan çıkartmışlardı...

Sayende öğrendim yalan söylemeyi...
Sayende öğrendim tükenmeyi...
Sayende öğrendim dibe batmayı...
Sayende öğrendim yüzeye çıkmayı...
Sayende öğrendim küllerinden yeniden doğmayı...

Ve sayende öğrendim, gerçek dostluğun lafta ve kelimelerde sınırlı kalmadı...
Hepsi senin sayendeydi...
-di...
Artık sen susacaksın, beni dinleyeceksin çünkü ben konuşuyorum!
Son defa zehrimi akıttım ve bitti...

Söylemekten gurur duyuyorum çünkü artık BENİM ZAMANIM!

10 Şubat 2011 Perşembe

Uzun Süre Sonra Ben Geldim!

Merhaba sevgili blog ahalisi! Nasılsınız bakalım? Uzun zamandır cidden seni boşladığımı fark ettim, daha doğrusu Diğğ fark ettirdi ve hazır kendimi süper yazma heveslisi olarak görüyorken buraya da bir uğrayayım dedim.

Valla görüşmeyeli hayatımda çok çok çok büyük değişiklikler oldu doğrusunu söylemem gerekirse. Öncelikle okul kısmından başlamam gerekirse, ilk dönemi bitirmiş durumdayım. Yani mezun olmama sadece 1 dönem kaldı. Çok değişik geliyor biliyor musun, bir dönem sonra üniversite mezunu diye anılmaya başlayacağım. Daha geçen günlerde ÖSS' de ne yapacağım diye düşünüyordum yahu! Dönemin nasıl geçtiğine gelirsek, aslında o kadar yatarak ve bir o kadar da çalışarak geçti desem yalan söylemiş olmam. Neden çok çalıştığıma gelirsem, dersler çok zor, neden yattığıma gelirsem, 6 dersin 4ünde aynı konular anlatılıyor. Ama derslerin hepsinin maşallahı var. Bir doku kültürü diye ders almışız, peeeh, düşman başına. Aslında ders çok zevkli ama iki hocanın notu da o kadar garip ki. Biri resmen gereksiz, diğeri de 26 sayfa ama sayfa kenarlarına o kadar çok not almışım ki 126 sayfaya bedel olmuş resmen. Sağlık fiziği diye bir ders vardı, aman o da düşman başına. Hoca çok iyi aslında ama gidip öyle garip yerlerden öyle sorular soruyor ki, anlayan beri gelsin. Hoş dersi AA ile geçtim ama bu zor olmadığını göstermiyor sonuçta dersten birileri AA ile geçmeli. =)) Dönemdeki en kolay ders sanırım radyasyon kimyasıydı. Hem hocayı çok sevdiğimden, hemde bana göre sınavları kolay sorduğundan sanırım. Başka başkaaaa, okul bu dönem eğlenceliydi. 160 kişilik sınıftan birden 20 kişilik bir grup haline dönünce garipsedim tabi. Çok daha rahat ama bir o kadar da riskli. =) Rahat, çünkü hocalarla çok rahat iletişim kurabiliyorsun. Direk hocayla muhabbet halindesin zaten. Riskli çünkü hocanın sana soru sorma olasılığı çok daha fazla, dersi takip etmek durumunda kalıyorsun yani.
Ama memnunum ben şu an için. =)

Bunun dışında evde pek bir değişiklik yok, her şey yolunda, her şey güzel, her şey mükemmel diyebilirim. =))

Amaaaa...
Bu yazıyı yazmadan önce hafiften bir bloguma göz attım da uzunca bir süre tek bir kişi hakkında yazmışım...
Şu anda yazacaklarım var, evet.
Öncelikle, hayatımdan çıktığı için aşırı derecede sevinçliyim!
Evet, zor oldu ama benim için tamamen bitti bu sefer. Konuşmuyorum, görüşmüyorum, adını bile söylemiyorum, hakkında tek kelime bir şey bile duymuyorum artık!
Benim için o öldü, toprağa gömdüm üstüne cenaze namazını bile kıldırdım.
Çok dayandım... Yaptığı her şeye dayandım. Söylediği her şeyi yuttum, hepsine karşı güçlü durdum, en azından güçlü durmaya çalıştım. Ne zaman hayatıma biri girecek olsa, ondan önce davrandı ve hayatımda boy gösterdi, sonrasında da aynı hızla çıkıp gitti, ben fırsatı kaçırdığımla kaldım...
Ama ne oldu biliyor musunuz?
26 Aralık Pazar günü saat 09:30' da ÜDS' ye girdim...
Bir gece öncesi...
Telefonuma gece 12' ye doğru gelen mesaj... Atan kişi malum...
"Napıyorsun?"
"Yarın sınavım var. Yatmaya hazırlanıyorum."
"Ne sınavı?"
"ÜDS, dil sınavı. ÖSYM yapıyor. Yüksek lisans için gerekli"
"Yaaa, bırak bu sınavları, boş işler bunlar. Girip ne yapacaksın. Git arkadaşlarınla gez, dolaş. Gelsene MSN' e konuşalım..."
Tepemi attıran şey bu cümle oldu işte. Benim yakın geleceğim için bir hayalim var. Ben akademisyen olmak istiyorum. Bunun için çalışıyorum, bunun için uğraşıyorum... Ve 17 senelik arkadaşım bunu bilmesine rağmen, amacımı görmezden geliyor...
Çok acı bir şey biliyor musunuz...
Neden acı olduğunu şimdi söyleyeceğim hatta.
"Yatıyorum ben, yarın konuşuruz. İyi geceler..."

Aradan 5 dakika geçmesiyle tekrardan mesaj. Bir süre bakmadım sinirlerim bozulmasın diye, sonrasında bir mesaj daha... Öyle olunca artık bakma zamanı geldi dedim kendi kendime...
Mesajı atan... Kesinlikle malum kişi değil... =)
Hatta onun kadar uzun süre tanıdığım bir insan bile değil... 4 hatta 5 sene önce, dershanede sadece her sabah "Günaydın" dediğim ve son 1 aydır biraz biraz muhabbet etmeye başladığım bir insan...
İki mesajda ondan, birincisine cevap vermeyince, ikincisini atmış...
"Yarınki sınavın için başarılar diliyorum ve inanıyorum ki çok iyi bir sonuç alacaksın. Ben sana güveniyorum ve eğer hala uyumadıysan lütfen artık yat, yarın sabah erken kalkacaksın."
Ya...
Bir tarafta sürekli konuştuğun 17 senelik arkadaşın!
Diğer tarafta sadece selamlaştığın, Aralık başı gibi muhabbet etmeye başladığın başka bir arkadaşın!
Aradaki farka bak be!
Dağları bile aşmış resmen!

İşte o an daha iyi anladım...
Herkesin bir sabrı vardır ve ben sanırım onu doldurduğumu o an anladım... Ona verdiğim değeri aynı şekilde bana göstermediğini çok çok çok geç olmuş olsa bile sonunda anladım. O iki insanın iki mesajı arka arkaya yollaması beynimde resmen şimşekleri çaktırdı. "Öyle mi?" dedim kendi kendime. "Gösterdiğin değer bu mu?"
Bir süre sonra o 17 senelik arkadaşımın mesajlarına cevap atmamaya başladım. Ya da geç cevap atıyordum çünkü resmen boğuyordu beni. Yok "Sen artık beni sevmiyorsun" yok "Sevgin iki günlükmüş anladım..."
Ulan amk! 1 sene boyunca bana o kadar şey yapmana rağmen seni sevmişken bana nasıl bunları söyleyebiliyorsun! Yaptığın her şeyi, söylediğin her şeyi sineye çekebilmişken, artık ayakta durmaya halim kalmamışken sen nasıl benim sevgimden şüphe duyabiliyorsun?
"Evet" dedim. "Sevmiyorum artık ben seni!"
Verdiği cevap mı? =)
"Seviyorsun ama duygularını engelliyorsun, bastırıyorsun"
Ah ulan ah. Madem böyle düşünüyorsun onu neden yazıyorsun, beyinsiz!?

Yılbaşı günü... 2010' un son günü, bütün iplerin koptuğu gün oldu benim için. Artık dayanamadığıma karar verdim. İçimden geçen, ağzıma gelen her şeyi söyledim sonunda. Fbook'tan engelleyip sildim, MSN'den engelleyip sildim, telefonda tuttuğum bütün mesajlarını ve numarasını da sildim!
Rahatlamıştım...
Hayatımdan onu attığım için rahattım... =)
Doğrusunu isterseniz, üzülmüştüm o an. 17 seneyi birden silmek, hiç kolay olan bir şey değildi... Ama üzülmemi engelleyen şey ne oldu biliyor musunuz? İşte o 1 aydır konuştuğum arkadaşım oldu. 17 sene nerede, 1 ay nerede değil mi? İnsanı en çok yaralayanların neden en çok güvendikleri insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum... 31 Aralık 2010 tarihinde, 2010 senesinin son gününde, son saatlerinde, 17 senelik arkadaşlığı resmen çöpe attım. 2010' un son gününde, benim için acılarla dolu olan bir sene dışında, bir defteri de kapattım aynı zamanda...
Ve 2011' in ilk dakikalarında...
Attığım yılbaşı mesajları ve aldığım cevaplar...
Yepyeni bir defter, yepyeni sevgi dolu sayfalar...
Bu seferki benim gösterdiğim değeri bana da gösteriyor üstelik... =)
Kim olduğunu görmek için Fbook' a bakabilirsiniz. =)

Demek istediğim o ki, arkadaşlıklarda kaç yılı birlikte geçirdiğiniz önemli değilmiş...
Bazen 17 sene yerine, 1-2 ayı tercih etmeniz sizin için çok daha iyi olabiliyormuş...
Daha mutlu olabiliyormuşsunuz...
Tek yapmanız gereken, "Yeter artık" diyebilmekmiş...
Her şeyi silmeyi göze almakmış...

Ve evet, bunu yaptığım için çok mutluyum...
=)

16 Ekim 2010 Cumartesi

Aa Blog

Ne zamandır ilgilenmediğim bir blogum varmış, bunu fark ettim. Aslında hep farkındaydım da, biraz da gözden gelmek istedim. Neler olup bittiğini anlatmak istemiyorum çünkü. O yüzden sorma boşuna, kendimi toparlamaya çalışıyorum hala. Böyle insanların yüzüne gülüyorum, her şey yolundaymış gibi yapıyorum falan filan. Zor oluyor biraz ama, yapacak başka bir şey yok sanırım.

Neyse, kendimi alışverişe verdim. Son 2 hafta içinde, 2 ruj ve 4 tane oje aldım. o.O Kesinlikle oje çılgınlığı başladı bende, evet bunu söylüyorum. Bir iki güne ojeleri sürüp resim çekerim artık. Evet, tırnaklarımı da ojeleri de seviyorum ben.

Okul açıldı, evet, bu hafta pek gitmemiş olsam bile, gittiğimde bir kısım derslere girmesem bile okulun açılmasına sevindiğim söylenebilir. Ama pek de değil doğrusu. Garip bir şey, nasıl desem...
Eksik olan şeyler var...
Neyse.

Bunun dışında her şey eskisi gibi. Ben yine aynı ben, odam yine aynı odam. Arkadaşlarım yine aynı arkadaşlarım falan filan.

He bir de aklıma gelmişken, artık canımı acıtmıyorsun.

Bugün birbirinden çok bağımsız şeyler yazdım farkındayım ama yapabileceğim bir şey olduğunu pek sanmıyorum doğrusu.
Ben notlarımı temize çekmeye döneyim en iyisi.
Görüşürüz.